Fight Club / Dövüş Kulübü

“Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar”

Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanından David Fincher’in dâhiyane yorumuyla sinemaya uyarlanan Fight Club, 1999’da vizyona girdiğinde, içerdiği şiddet sahneleri ve gençliğe kötü örnek olduğu iddiasıyla çok eleştirildi. Fakat sadece şiddet içerikli bir aksiyon filmi midir Fight Club?

Fight Club, hergün hayatımıza gereksiz ihtiyaçlar sokan ve bizi tüketim canavarına dönüştüren bir sisteme başkaldıran, kapitalizmi meta kültürü üzerinden eleştiren, milenyum insanını uyarmaya çalışan sosyal içerikli bir filmdir.

Tüketme hırsıyla çalışarak, kendi hayatını tüketmeye başlayan anlatıcımız (Edward Norton), insomnia olmuş, uykusuz gecelerine çareyi terapi gruplarında aramaktadır. Klas beyaz yakalı anlatıcımızın hayatı, uçak yolculuğunda tanıştığı sabun satıcısı Tyler Durden (Brad Pitt) ile değişiverir. Bir anda garip bir şekilde evini ve her şeyini kaybeden anlatıcımız, hayatta yapayalnız olduğu için arayacak tek insan kartını aldığı sabun satıcısıdır, ve kendisi Tyler’in hayatına dahil olur.

Filmin kurgusundaki somut karakterlerin arkasında aslında tamamen soyut, simgesel bir anlatım mevcut:
İlk dikkatimizi çeken, iyi bir işi ve maddi değeri olan birçok şeye sahip fakat yapayalnız ve mutsuz karakterin adının hikâyede hiç geçmeyişi. Sistemin dayanılmaz cazibesi karşısında, kimliksizleşen bir karakter var karşımızda. Film boyunca anlatıcının Tyler’in günlüklerinde kendini arama çabası da gözden kaçmaması gereken bir ayrıntı.
İkincisi ise, filmin başından sonuna kadar, gerçekten var mı, yok mu bir türlü karar veremediğimiz, anlatıcımıza kimlik kazandırma çabasındaki Tyler Durden. Aslında Tyler, sistemin öğütmeye çalıştığı kimliksiz karakterin, başkaldırısının ta kendisi mi? Burada Fincher’in kullandığı 25. kare tekniğiyle de bağlantı kurabiliriz. Bilinçaltı tekniği olarak da adlandırılan bu kamera tekniği ile filmde bazı sahnelerde Tyler Durden’i arka planda çok kısa sürelerde yakalıyoruz.(Bunun için filmi birden çok izlemek gerekebilir.) Acaba Tyler Durden’in anlatıcımızın bilinçaltı oyunu olduğu mesajı mı veriliyor bu şekilde?
Filmin zaman kavramından saptığı yerlerde iki dünya arasında bağlantı kurmasındaki en belirgin karakter garip sevgili Marla Singer ( Helena Bonham Carter). Bizi sistemin içine döndüren günlük yaşam sanki.
Veee aslında bir sivil toplum örgütü gözüyle bakmamız gereken, Tyler’in kurduğu “Dövüş Kulübü”. Niye peki dövüşüyor bu insanlar? Çünkü milenyum hayatı, hepimizi agresif, tahammülsüz ve kavgacı yapıyor aynı çarkın içindeki, yalnız mutsuz insanlar birbirlerine ceza vererek, böylece gece rahat uyuyorlar.
Bütün bu kafa yormamız gereken parçaları Fincher öyle ustalıkla birleştiriyor ki, kurguda hiç boş nokta kalmıyor. Belli ki Fincher’in bu başarısı oyuncular için de fazla motive edici olmuş. Edward Norton, Brad Pitt ve Helena Bonham Carter bu filmde oyunculuklarının en iyi performanslarını sergiliyorlar.
Fincher mekan bazında da konuyu çok iyi sarmalıyor. Seyirciyi, kapitalizmin kalbinden, ışıklı, şık caddelerden,1+1 modern stüdyo dairelerden çıkartıp, fakirliğin ve pisliğin göle görüldüğü, eskimiş ve harap olmuş kenar mahallelere itiveriyor.
Film son düzlükte eleştiri boyutundan çıkıp, iyice eylemleşmeye başlıyor. Dövüş Kulübü iyiden iyiye büyüyüp, şehirde eylemler düzenlemeye, yakıp, yıkmaya başlıyor. Peki bu kadar ağırlaşan sistem karşıtlığı niye kimseyi rahatsız etmiyor, bu yüzden yapımcı bulamayan bir sürü film varken Fight Club neden rahat rahat gişe yapıyor? Çünkü kötü olanı yakalım yıkalım ile bitiyor film. Yani bize sadece kötü olan sistemi gösteriyor, ona herhangi bir alternatif üretmiyor. Umutsuzca varlığını kabul ediyor.

Pixies’in muhteşem “Where is my mind?” yorumuyla gelen final sahnesinde patlayan banka merkezine öylece bakan Marla ve Edward Norton’u görüyoruz. Tyler Durden’in ve Dövüş Kulübü’nün hayali varlığından o anda emin oluyoruz. Yani film bize olabilir bir senaryoyu değil hayali bir başkaldırıyı anlatıyor. Bu nokta da onu sistem için zararsız kılıyor.