Shutter Island /Zindan Adası

Dennis Lehane ismi ilk etapta tanıdık gelmeyebilir ama kendisi, sinemanın sevdiği yazarlardan birisi. Daha önce Clint Eastwood, yazarın “Gizemli Nehir” (Mystic River) adlı romanını sinemaya uyarlamış ve büyük başarı elde etmişti. Daha sonra da Ben Affleck “Kızımı kurtarın’ı” (Gone Baby Gone) perdeye taşıdı ve çok olumlu eleştiriler aldı.

Yine bir Dennis Lehane Romanı olan Zindan Adası ise gothik edebiyata yakın duruşu ile diğerlerinden çok farklı bir yere sahip.
Hikâye,1954 yılında Boston açıklarındaki Zindan Adası’nda geçmektedir. Adada suç işlemiş akıl hastalarının bulunduğu bir akıl hastanesi yer almaktadır. Adanın etrafı kayalarla kaplı ve dış dünyadan hayli kopuktur. Böylesi bir yerden kaçmayı başaran çok tehlikeli bir hastayı bulmaları için iki federal ajan adaya gönderilir. Romanın tuhaf başkarakteri ajan Teddy Daniels adadaki 4 gününü yalanlarla dolu bir soruşturmanın içinde geçirecektir.

İlk bakışta bir ada etrafında dönen bir suç filmi hissi veren Zindan Adası, Martin Scorsese’nin müthiş yeteneği ve tecrübesi ile baştan sonra tedirgin eden, enfes bir karakter oyunculuğuna dönüşüyor.
Bu filmle tekrar kara film türüne el sallayan Scorsese, filminin çıkış noktasını kitap ile paralel tutarak gothik edebiyattan alıyor. Adanın karanlık ve soğuk atmosferini, hastanenin ürkütücü yapısını bizlere gösterirken, gothik korku öğelerini gözümüze sokmadan gerçekten oraya ait birer nesne gibi yerleştiriyor. Scorsese’nin bu korkunç akıl hastanesini ve içinde yaşananları bize bu kadar etkileyici tasvir etmesi tabi ki tesadüf değil. Film sürecinde 1950’ler Amerikası’ndaki bu tür akıl hastanelerinde hastalara uygulanan tedavi yöntemleri ve doktorların hangi ekolu izlediği konusunda çok derin bir araştırma yapmış ve hatta 1970’de böyle bir akıl hastanesinin müdürü olan bir doktordan film boyunca danışmanlık hizmeti almış. Hal böyle olunca film süresince izleyici de kendini o akıl hastanesinin içinde sanıyor nerdeyse.
Mekânsal anlatımı zaten çok güçlü olan Scorsese, bütün filmi üzerinde döndüren karakter Teddy Daniels için 4. kez birlikte çalıştığı Leonardo Di Caprio’yu seçmiş. Benim fikrime göre Leonardo Di Caprio bu filmde şu ana kadar ki en iyi performansını sergiliyor. Böylesine karışık bir karakteri canlandırmak için belli ki çok çalışmış.

 

Teddy, savaştan çıkmış, karısını kasıtlı bir yangında kaybetmiş, geçmişe dönük çok ciddi travmaları olan bir karakter. Film boyunca Teddy’in sanrılarına konuk oluyoruz ve her defasında daha derinlere iniyoruz. Teddy’in bu rahatsız karakteri 1950’lerin soğuk savaş dönemi, ırkçılık, acılarını gömemeyen insan psikoloji, yalnızlık gibi bir sürü alt başlığı da ara ara bize hatırlatıyor. Çaresizlikle çıkış yolunu arayan Teddy’nin gördüklerine önce anlam veremiyorsunuz, sonra sizde Teddy’nin karmaşası ile birlikte adanın merkezine doğru çekiliyorsunuz, Teddy’nin büyük kuşkularına rehberlik eden, Dr.Cawley rolünde, Ben Kingley ve Dr.Naehring rolünde,50 yıllık bir oyunculuk birikim olan Max Von Sydow’un perdede görünmesi ise cabası.

Film kitap uyarlaması olduğu için sonunu sürpriz olarak tanımlamak doğru değil, hem senaryo sonu tahmin edilebilir ipuçları da içeriyor. Fakat bu filmin sonunu tahmin etmeniz size hiç bir şey kaybettirmiyor, Scorsese filmin sonuna kadar gözümüzü bile kırptırmıyor.